“Biraz daha düşününce hiçbir şeyin göründüğü kadar basit olmadığını anlarız. Sonra biraz daha düşününce hiçbir şeyin korktuğumuz kadar karmaşık olmadığını görürüz.” Yeni kitabı bu sözlerle başlıyor Bülent Eczacıbaşı’nın… Aslında sanki asırlar önce “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyen ve felsefenin kurucusu sayılan Descartes’e gönderme yapılıyor gibi… Düşününce her şey bir başka oluyor gerçekten de… Bülent Eczacıbaşı bu konudaki yorumumuzu şu sözleri ile destekliyor:
“İnsan beyni, bilinmeyen şeyleri genellikle karmaşık ve korkutucu olarak algılar. Ancak bir konu hakkında daha fazla bilgi edindikçe, bu bilinmezlik ortadan kalkar ve konu daha anlaşılır hale gelir. Bilgi arttıkça karmaşıklık yerini sadeliğe bırakır. Ayrıntılar üzerinde düşünme, konuyu daha küçük ve yönetilebilir parçalara ayırmamıza olanak tanır. Bu parçalar, bir araya geldiğinde tüm resmi oluştursa da ayrı ayrı bakıldığında genellikle daha az karmaşıktır. Parçalar netleştiğinde bütünü anlamak da kolaylaşır. Genellikle bilinmeyene karşı içimizde bir tepki oluyor. Bir konu üzerine tekrar tekrar düşünmek veya çalışmak, onun karmaşık doğasına olan duygusal tepkimizi azaltıyor. Daha önce korkutucu ya da zor görünen şeyler, aşinalık kazandıkça basitleşiyor. Bu nedenlerden dolayı, ilk etapta karmaşık gelen birçok konunun üzerine gidildikçe aslında o kadar da zor olmadığını fark ediyoruz.”
Bülent Eczacıbaşı, kaleme aldığı kitaplarında; yalnız mesleğinin değil, kültür ve bilim dünyasının da gelişimini izliyor.
Dergimizin ilk sayısındaki kapak röportajımızda bir araya gelmiştik Bülent Eczacıbaşı ile…O gün kapak görselinde yer alan kara kedi Kaşmir’le adeta uğur getirdi bize iş insanı. Türkiye ekonomisi için bir değer olan bize de uğur getiren bu isimle dört yılın ardından yeni bir söyleşi gerçekleştirmemize vesile olan ise Eczacıbaşı’nın “Biraz Daha Düşününce” adını verdiği kitabı oldu. Bu keyifli söyleşi ile şimdi sizi baş başa bırakıyoruz…
Kitaplarımı yazmamın amacı deneyimlerimi ve iş yaşamından esinlenen görüşlerimi ilgilenenlerle paylaşmak… Yaşadığım olaylar; 50 yıl boyunca tanıştığım insanların bana öğrettikleri; duyduklarımdan, okuduklarımdan aldığım notlar arasında özellikle genç iş insanlarının yararlanabilecekleri noktalar var. Bazen bir anı, bir özlü söz, anlamlı bir anekdot çok öğretici olabiliyor. Bütün bunlar paylaşılınca daha çok değer kazanıyor.
Elbette öncelikle genç iş insanlarının, girişimcilerin ve yöneticilerin kitaptan yararlanmalarını ümit ediyorum. Kitapta aktardığım deneyimler ve tartıştığım bazı görüşler gençler için ilham kaynağı olabilir ve onların vizyonlarını genişleterek daha büyük hedeflere yönelmelerine yardımcı olabilir. Bizlerin yapmış olduğu hataları gençlerin tekrarlamamasını sağlayabilirsek bence hatırı sayılır bir hizmet yapmış oluruz. Genç ve deneyimli iş insanları arasında bilgi ve deneyim paylaşımı, bireysel gelişimden kurumsal başarılara kadar geniş bir alanda olumlu etkiler oluşturabiliyor. Ancak bu paylaşımın iki yönlü olması çok önemli, çünkü bizlerin de gençlerden öğreneceğimiz çok şey var. Hatta bence bunlar bizlerin onlara öğretebileceklerinden daha fazla.
Eczacıbaşı son kitabında kişisel tecrübelerinden beslendiği kadar ülkenin genel ekonomik ve toplumsal yapısını da ele alıyor aslında.
Bakın “Bu süreçte sizi en çok etkileyen ve düşündüren konu ne oldu?” sorusuna Eczacıbaşı ne yanıt veriyor:
“Türkiye’nin istediğimiz gelişme performansına ulaşabilmesi için biz iş insanları ne yapabiliriz, sorusuna yanıtlar aradığımız zaman, doğal olarak yatırımlar yapmak ve sosyal sorumluluğumuzun gereklerini yerine getirmek gibi konular öne çıkıyor.
Kitaplarımda bu konulara değinmeye çalıştım ve şu soruyu sordum: Bu görevlerimizi yapabilmek için biz ne isteyelim? Galiba her şeyden önce teşvik, koruma, yapay destekler gibi konulardan vazgeçip, temel sorunlara yönelmek gerekiyor. Bunların başında da eğitim reformu, çağdaş nitelikte bir sanayi politikası ve makroekonomik istikrar geliyor. Bunlara ‘kalkınmanın üç temel taşı’ diyebiliriz.
Nerede tartışma açsanız bu konularda fikir birliği bulursunuz, ama ne yazık ki bu temel taşları yerine koyamıyoruz.”
Kısaca ifade etmek gerekirse Türkiye’nin karne notu “orta” olarak belirtilebilir. Türkiye sosyo-ekonomik gelişme göstergeleri açısından dünya ortalamalarına yakın bir performans gösteriyor, ancak bu durum her alanda eşit bir şekilde geçerli değil. Bazı alanlarda dünya ortalamasının üzerinde bir performans sergilerken, bazı alanlarda ortalamanın altında kalıyoruz. Örneğin ekonomik büyüme ve GSYH açısından Türkiye, gelişmekte olan ülkeler kategorisinde, özellikle 2000’li yıllarda hızlı bir ekonomik büyüme gösterdi. Ancak, kişi başına düşen GSYH açısından halen birçok gelişmiş ülkenin gerisindeyiz. Dünya Bankası verilerine göre Türkiye, yüksek gelirli değil, üst-orta gelir grubundaki ülkeler arasında yer alıyor. Eğitim düzeyi dünya ortalamalarına yaklaşıyor, ancak OECD ülkeleri ile kıyaslandığında eğitim kalitesi ve erişim konusunda eksiklikler bulunuyor. Türkiye hiç kuşkusuz sahip olduğu nüfus, stratejik konum, doğal kaynaklar ve insan potansiyeli gibi avantajlarıyla daha yüksek bir gelişme performansına ulaşabilir. Bu hedefe ulaşmak, kapsamlı reformlar ve etkili bir vizyonla mümkün olacak.
Evet, öğrenmenin sonu olmadığı için düşünen insan bakar ki ne kadar öğrense karşısında bir sonsuzluk var. Bu duygu insanda bir ümitsizlik ve boşluk getirebilir. Kitabımın önsözünde bu konudaki düşüncemi özetle şöyle ifade etmiştim: “Evrenin sonsuzluğu karşısında düşünmenin ve öğrenmenin amacı biraz daha aydınlanmaktan, bilincimizi ve duyarlılığımızı artırmaktan, işimizi biraz daha iyi yapmaktan başka ne olabilir?” Bilinmeyen, insan zihnini sürekli olarak harekete geçirir. Bilimsel, sanatsal veya felsefi düşüncelerde yeni keşiflerin kaynağı insanların öğrenmek ve keşfetmek tutkusudur. Kreatif düşünceler ve yeni fikirler bu sayede doğar. Büyük resme bakmak, doğaya ve diğer insanlara karşı bir sorumluluk duygusu oluşturur; kişisel sorunların aslında ne kadar önemsiz olabileceğini fark ettirmek açısından da bize yarar sağlar, bizi daha alçakgönüllü kılar. Kendi sınırlılığını fark eden insan ayrıca özgürleşir ve daha cesur olur. Sınırlı bir hayat içinde anlamlı şeyler oluşturma bilinci gelişir.
Kapitalist sistemin tüm dünyada büyük refah artışları ve ekonomik ilerleme yaratmış olduğunu görüyoruz ama insanlığın geleceğini tehdit eden sürdürülebilirlik sorunları, gelir dağılımı eşitsizlikleri de bu sistemin sonuçları. Paydaş kapitalizmi, hissedar kapitalizminin oluşturduğu çarpıklıkları gidermek amacıyla ortaya atılan bir kavram. Ve korkarım şu anda teorik bir kavramdan ibaret. Uygulaması pek yok, teorisi dahi tam geliştirilmiş değil. Şirketlerin sadece hissedarlarına değil; çalışanlar, müşteriler, tedarikçiler, toplum, çevre ve gezegen gibi tüm paydaşlarına sorumlu olması gerektiği görüşüne dayanıyor ve bu açıdan bence temel fikri çok sağlam. Ancak ne ölçüde uygulama alanı bulabileceğini zaman gösterecek. Büyüme paradigması konusunda da benzer bir durum var. Yanlışlarını ve eksiklerini görüyoruz, ancak yerine farklı bir paradigma koymakta zorlanıyoruz. Gerçekçi olmak gerekirse bu paradigmanın mutlaka “sürdürülebilir büyüme” olması lazım.
İş dünyasında “taklit” sorunu çok can sıkar. Taklitleri önlemek için fikri mülkiyete ilişkin yasalar oluşturulmuştur. Tabii “taklit” ve “kopyacılık”la mücadele edilen tek yer iş dünyası değil. Bilimde ve edebiyatta intihal sorunu var. Yapay zekâ ve internetin sağladığı sınırsız kaynaklara erişim imkânı, yazarlara ve sanatçılara büyük avantajlar sunsa da, özgünlük krizi yaratma potansiyeli de taşıyor.
Yapay zekâ araçları, yazarlara ve sanatçılara fikir geliştirme ve içerik oluşturma sürecinde yardımcı olabiliyor. Ancak bu araçların aşırı kullanımı, yazarların kendi yaratıcı süreçlerini zayıflatabiliyor ve “taklitçi” bir üretim kültürü ortaya çıkarabiliyor. Birçok içerik farklı bağlamlarda bile aynı temalar ve bakış açılarıyla sınırlı kalabiliyor. Çözüme yönelik öneriler, yaratıcılığa ve eleştirel düşüncenin güçlendirilmesine, etik kuralların benimsenmesine yönelik olmalıdır. Yapay zekâ bir araç olarak görülmeli, yaratıcı süreçteki karar mekanizması ve nihai üretim insanın kontrolünde kalmalıdır.
Bence başarının ilk adımı kendine inanmaktır. Risk almak ve konfor alanından çıkmak, büyümenin olmazsa olmazıdır. Başarısızlıktan korkmamak; her hatayı öğrenme sürecinin bir parçası olarak görmek gerekir. Başarılı insanlar bir sorunu çözmeye ve insanlara gerçek bir değer sunmaya odaklanırlar. Para, değerin doğal bir yan ürünü olarak gelir. Liderlik ve girişimcilik bir varış noktası değil, bir yolculuktur. Bu açıdan bilgiye ve yeni fikirlere açık olmak, öğrenmeye devam etmek son derece önemlidir. Mutlu olmak için tutkulu olduğunuz işi yapmanın önceliğinden hep söz ederiz. Oysa tutku her zaman bilinmez, onu keşfetmek gerekir; bunu da ancak meraklı insanlar yapabilir. Başarının önündeki ilk adımın merak olduğuna inanırım. Bunların dışında, lider girişimciler sadece kazanç odaklı olmamalı, topluma faydalı işler yapmaya çalışmalıdırlar. Gerçek liderler, çevresini daha iyi bir yer haline getirenlerdir.
GÜNDEM KORİDORU
12 Mart 2025