Gündem Koridoru

Narenciyenin silikon vadisini kuracak

Türkiye, Süleyman Onatça’yı Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED) Başkanlığıyla tanıdı. İş hayatında yatırım yaptığı her alanda geliştirdiği yeniliklerle bilinen Onatça, Çukurova’nın bereketli topraklarında narenciye bahçeleri kuruyor. Portakalın çekirdeğinden kabuğuna her gramının değerlendirildiği bir yapı kurmaya hazırlanan Onatça, sürdürülebilir tarım uygulamalarıyla örnek olmak istiyor.

6dk okuma
Türkiye'de İş Dünyası03.11.2022

Türkiye, Süleyman Onatça’yı Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED) Başkanlığıyla tanıdı. İş hayatında yatırım yaptığı her alanda geliştirdiği yeniliklerle bilinen Onatça, Çukurova’nın bereketli topraklarında narenciye bahçeleri kuruyor. Portakalın çekirdeğinden kabuğuna her gramının değerlendirildiği bir yapı kurmaya hazırlanan Onatça, sürdürülebilir tarım uygulamalarıyla örnek olmak istiyor.

TÜRKONFED’de görev yaptığı süre içerisinde ülke ekonomisinin ‘Orta Gelir Tuzağı’ndan çıkışına formüller üreten, ‘Türkiye’ye 3 İstanbul lazım’ diyerek gelir dağılımındaki çarpıklığa dikkat çeken Süleyman Onatça, her ne kadar işlerini çocuklarına devretmiş olsa da çalışma hayatına Çukurova’nın verimli topraklarını işleyerek devam ediyor. 71 yaşını geride bırakan Onatça’nın deneyimlerini anlattığı, gelirini kız çocuklarının eğitimine bağışladığı İnkılap Kitabevi’nden çıkan ‘Çapa Zamanı’ adlı kitabı büyük ilgi görüyor. Süleyman Onatça’yla ‘Baston dikilse yeşerir’ denen Çukurova’nın verimli topraklarının merkezinde bulunan çiftliğinde bir araya geldik.

Endüstriyel ürünler, inşaat malzemeleri, sigorta ve otomotiv sektörünün ardından tarım sektörüne girdiniz. Nedir sizi bu alana çeken?

Adanalı olup topraktan uzak kalınmaz. Çocukluğum tarlaların, bahçelerin içerisinde geçti. Babam birçok Adanalı gibi toprak ağası değil, Sümerbank’ta işçiydi. Bir şeyler üretmeyi hep çok sevdim. Toprağımız olsa iyi bir çiftçi olurdum. Ama öyle bir imkanım yoktu. Belki içimde ukde kalmış olabilir ama tarıma yatırım yapmamın nedeni bu değil. TÜRKONFED Başkanlığım dönemimde hem yurt içinde hem yurt dışında çok sayıda şehir gezdim. İklim değişikliği, kuraklık, savaşlar gibi birçok neden tarımsal üretimin önemini her geçen gün artırıyordu. Nitekim pandemi, tarımın savunma sanayiinden bile stratejik bir konuma sahip olduğunu gösterdi. Pandemi başladığında dikkat ettiyseniz ülkeler ilk refleksi tarımsal ihracatlarını durdurma kararıyla gösterdi. Yani ülkeler ‘paranız olsa da ürünümü satmıyorum’ dedi. Yaklaşık 10 yıl önce tarıma yatırım kararı aldık. Bugün 600 dönüm arazide katma değeri yüksek üretim gerçekleştiriyoruz. Nar, avakado ve limondan portakala çok farklı narenciye çeşitleri yetiştiriyoruz.

Doğrusu şaşırdık. Zira sizi içerisinde bulunduğunuz hemen her sektörde yeniliklerle tanıdık. Örneğin otomotiv sektöründe plazanızı çevreci bina olarak inşa etmiştiniz. Çatısında güneş panelleriyle kendi elektriğini üreten, yağmur sularını biriktirip yazın ağaçlar için kullanan, ışığından iklimlendirilmesine çevreci bina yapmıştınız. Tarımsal üretiminizde herhangi bir yenilik yok gibi…

Yaptığım her işte inovasyona ve örnek olmaya özen gösterdim. Yıllar önce bölgenin ilk çevreci binasını yaptığımızda garip karşılayan, ‘Bu kadar büyük harcamaya gerek var mıydı?’ diyenler oldu. İlkler, yenilikler zor ve daima maliyetlidir. Ama orta ve uzun vadede hep kazançlıdır. Biz çevreci binayı yaptıktan sonra TOYOTA, yeni kurulacak her bayiye ‘Binanızı çevreci yapın’ tavsiyesi yaptı. Elbette bu gurur verici. Şimdi tarım yatırımımızda da bölge tarımına örnek olacak işler çıkaracağımıza inanıyorum. Bunun için öncelikle tarımsal alanımızı ölçek ekonomisi gereği büyütüyoruz. İspanya’da bir nektarin üreticisini ziyaret ettim. Devasa bir alanda üretim yapıyor. Bahçesini o kadar güzel kurgulamış ki üç ay boyunca market zincirlerine dalından koparılmış tazelikte ürün verebiliyor. Yani hasat dönemi birkaç gün değil. Böylece hasat günlerinin düşük fiyat sorunundan etkilenmiyor. Ayrıca çiftliğinin içerisinde paketleme, nektarin suyu çıkarma, meyve salatası ünitesi gibi bölümler yer alıyor. İşletmenin sahibi ürününün bir gramını dahi zayi etmediğini belirtirken sürdürülebilir tarımı anlatıyordu. Bugün çiftçinin yaşadığı sorunlar arasında bu döngüyü sağlayamamış olmanın etkisi büyük. Hedefimizde bu modeli uygulayarak Çukurova’ya örnek olabilmek var.

ÜRETMEYİ HEP KUTSAL BULURUM

Tarımsal üretimi nasıl değerlendiriyorsunuz, artık bu sektörde bir yatırımcı olarak Türkiye tarımının sorunları ve çözüm önerileri konusunda ne söylemek istersiniz?

Üretmeyi hep kutsal bulurum. Kimi bilim üretir, kimi sanat, kimi de bir ürün. Ama toprakla birlikte üretmek kutsal olduğu kadar keyiflidir de. İnsanın doğayla iç içe üretiyor olması muhteşem. Belki bunu yaşım kemale erdi diye daha çok söyler oldum. Her gün toprak, su, bitki ve temiz havayla buluşmak gibisi yok. Dünyanın her ülkesi tarımsal üretimine destek veriyor.

Bizde de veriliyor. Ama bizde tarımın sorunları bir türlü bitmiyor. Ben Türk tarımının sorununu anlatırken klişe cümle ‘girdi maliyetlerinin yüksek olması’ gibi bir başlangıçtan ziyade daha majör bir konuya vurgu yapıyorum. Ekonominin kuralıdır. Ölçemediğini yönetemezsin. Ben buna bir ekleme daha yapıyorum. Doğru ölçemediğini yönetemezsin. Hangi tarım ürününden ne kadar yetiştiriyoruz? İhtiyacımız ne kadar? Ne kadar ihraç etmeliyiz? Tarımsal ürünlerimizi en yüksek katma değere nasıl çıkarabiliriz? Hangi ülkelere ihracat yapabiliriz? Pazarımızda bir sıkıntı yaşandığında alternatif senaryolarımız ne? Üretiyorum ama kaça satacağım belli değil! Örneğin Adana’da birçok bahçe kayıtlarda tarla olarak görünüyor. Narenciyede hangi çeşitten hangi sayıda ağacımız var? Bu soruların hiçbirinin cevabı yok. Bilinmezler içerisinde tarımsal üretim yapıyoruz. Bana göre sorunun kaynağında ölçemediğimiz bir tablo var; kayıt dışılık. Stratejimiz yok. Tarımı ayakta tutacak kooperatifleşme yok. Türkiye su kaynaklarından iklimine tarım ve hayvancılıkta dünyanın en üretken ülkelerinden biri olabilir. Ama sürdürülebilirliği sağlamak şartıyla.

MÜZİK ESTETİKTİR, DENGEDİR, AYRINTIDIR, YAŞAMI SEVME İKSİRİDİR

Çok renkli bir iş insanısınız. Sanatın müzik, edebiyat gibi alanlarında sizi görebiliyoruz…

İnsanoğlunun temel girdilere ihtiyacı var. Fiziken ayakta kalabilmek için yiyeceğe… Huzurla çalışacak bir kalp için ahlaka, vicdana, merhamete, sevgiye… Refahı için bilgiye… Bütün bunların yanında ruhunu da beslemek zorunda… İşte, bu alan da sanatla dolar. Bu resim olur, edebiyat olur, heykel olur, bendeki gibi müzik olur. Bana göre müzik estetiktir, dengedir, ayrıntıdır, yaşamı sevme iksiridir. İşçi olarak kaldığım Almanya’da halk müziğini sevdirme çerçevesinde korolar kurdum, folklor ekipleri oluşturdum. İnsanları müziğe, sanata yönlendiren gayretlerim oldu. Ancak Türkiye’ye döndüğümde yoğun geçen iş hayatı ve yanı sıra iş dünyası STK’larındaki görevlerim bu yöndeki çalışmalarımı başka yöne evirdi. Ancak gerek STK’larda gerekse konferanslar vesilesiyle bir araya geldiğim üniversite gençliğine girişimcilikle ilgili deneyimlerimi paylaşırken onlara neden müzikten ve sanattan uzak kalmamaları gerektiğini anlattım, anlatmaya devam ediyorum. Para kazanılabilir; ancak sanata yakınlık bir anda elde edilemez. Sanatsever olmak hayatın sonuna kadar her adımında keyif alacağın bir kültür maratonu koşmak gibidir.

Müzik üzerinde biraz fazla duralım. Zira Almanya’da müzik öğretmenliği yapmışlığınız bile var. Ne söylemek istersiniz?

Müzik sevgim türküyle başladı. Türk sanat müziğiyle devam etti. Sonra özgün müzik, caz, pop ayrım yapmadan musikinin her alanından keyif almaya çalıştım. Bugünlerde rap dinliyorum. Sözlerindeki heyecan, uyum, hareketlilik müthiş keyif veriyor. Torunlarım, ‘İnanmıyorum dede, sen
bunu mu dinliyorsun, bu grubu tanıyor musun?’ diyorlar. Müziğe olan tutkum beni şarkı söylediğim bir kına gecesinden aldı, Almanya’da saz kursu öğretmenliğine taşıdı. 1980’li yılların Almanya’sında Türklerin entegrasyonu için kurulan ‘Türk Halk Evi’nde bağlama eğitimi verdim. Müzik
sevgimin gelecekte yapacağım işlere, yeni dostluklara köprü olabileceğini tahmin etmemiştim. Almanya’da sanat sayesinde tutundum, ufkumu genişlettim, kurumsal ilişkiler kurdum. Yani müziğe olan tutkum bana çok farklı kapılar açtı. Müziğin yanı sıra sanatın her alanını seviyorum. Resimden heykele, edebiyattan sinemaya… Sanatın yaşamın en değerli parçası olduğuna inanıyorum.

Sanat sevginiz Adana’ya bir sanat galerisi kurmanızı beraberinde getirdi. Onatça Sanat’ı ne zaman kurdunuz, neyi amaçladınız, amaçlarınıza ne kadar ulaşabildiniz?

1990’lı yılların ikinci yarısında perakende boya satışı yaptığımız bir dükkânımız vardı. Çukurova Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğretim görevlileri ve öğrencileri bu mağazamızdan resim yapmak üzere boya, fırça gibi ürünler alıyorlardı. Çoğu zaman para da almıyor, destek veriyorduk. Bir gün üniversite hocalarından biri, yılsonu sergisi açacaklarını ve sponsor aradıklarını söyledi. Onlara sergilerini burada açmaları önerisinde bulundum. Mağazamızın boş olan ikinci katını kısa sürede sergi salonuna dönüştürdüm. Açılış günü geldiğinde öğrenciler, hocalar, veliler ve medya kuruluşlarının temsilcileri yoğun ilgi gösterdi. TRT başta olmak üzere birçok medya kuruluşu ‘Boyacı mağazasında resim sergisi’ başlıklı haberler yaptılar. Tanınırlığımıza önemli katkı sağlayan bu gelişme, bende iş hayatıyla sanatsal faaliyetlerin birlikte yürütülmesi gerçeğini zihnimde pekiştirdi. Koç ve Sabancı’nın para kazanan yatırımlarının yanı sıra sanata olan yatırımlarının ne kadar değerli olduğunu biliyordum. Dolayısıyla farklı sektörlerde büyürken bir otomotiv showroom’umuz bünyesine Onatça Sanat Galerisi’ni tereddüt etmeden kazandırmış oldum. Bugün Onatça Grup olarak birçok sanat dalına destek vermeye devam ediyoruz. Çukurova’nın bereketli topraklarından çıkan Yaşar Kemal, Abidin Dino, Şener Şen, Yılmaz Güney gibi sanatçıların artması çerçevesinde destek veriyor, rol model olmaya çalışıyoruz. Onatça Sanat Galerimiz bugüne kadar ressamdan heykeltıraşa kadar birçok sanatçıya ev sahipliği yaptı. Onları ve eserlerini binlerce sanatseverle buluşturdu. Örneğin geçtiğimiz yıllarda Abidin Dino, İbrahim Çallı, İbrahim Balaban, Nuri İyem, Halil Paşa, Cemal Tollu, Aliye Berger, Devrim Erbil gibi sanatçıların Yapı Kredi Koleksiyonu’nda yer alan eserlerini sanatseverlerle buluşturduk.

"ÇAPA ZAMANI’NDA HAYATIMI ANLATTIM"

Yoğun iş hayatı ve STK’larda aldığınız görevler arasında bir de kitap yazdınız. Kitabınız Türkiye’nin en büyük yayınevlerinden biri olan İnkılap Kitabevi’nden çıktı ve çok sayıda baskı yaptı. Sanırım baskıların devamı da gelecek. Bize kitabınızı anlatır mısınız?

‘Çapa Zamanı’ adını verdiğim eser bir otobiyografi kitabı. Yaşamımı ve yaşadığım yeri ve dönemi anlattığım kitabım İnkılap Kitabevi’nden çıktı. Yaşananlar kadar tecrübe aktarımının da önemli olduğunu düşünüyorum. Hayatımı yazarak çevreme, şehrime, ülkeme karşı bir sosyal sorumluluğu yerine getirdiğimi düşünüyorum. Edindiğim her tecrübenin bir bedeli vardı. Bunları paylaşmak, gelecek nesillere tecrübenin en büyük servet olduğunu hatırlatmak, hoşgörüyü, vefayı, sadakati, kimseye ekonomik yük olmadan yetişmenin ve insanlığa yararlı olmanın önemini anlatmak istedim. ‘Çapa Zamanı’ çıkar çıkmaz yeni baskısını yaptı. Ardından 3’üncü baskı geldi. Türkiye’nin her yerinden arayanlar, kitabı çok beğendiğini, yararlandığını söyleyenler var. Bu elbette beni çok mutlu ediyor. Dahası bu kitabın gelirini kız çocuklarının eğitiminde değerlendirilmek üzere Güney Eğitim Vakfı’na bağışladım. Her satılan kitabın ihtiyaç sahibi bir kızımızın eğitim harcamasına gidiyor olmasını bilmek beni daha da istekli yapıyor.

Doğduğunuz ve doyduğunuz yer Adana’yı çok seviyorsunuz. Adanalı da sizden hep övgüyle söz ediyor. Neler yaptınız bu şehir için?

Adana Sanayici ve İşadamları Derneği, Çukurova Kalkınma Ajansı Kalkınma Kurulu, TÜRKONFED gibi birçok kurumun başkanlığı ya da yöneticiliğini yaptığım süre içerisinde çok sevdiğim, tüm yatırımlarımı yaptığım Adana’nın gelişmesi için projeler ürettim. Başka kurumların yararlı projelerine destek verdim. Projelerde ‘girişimcilik’ ve ‘çevre’, öncelikli alanlarım oldu. 2004 yılında Adana İş Geliştirme Merkezi’ni (İŞGEM) kurduk. Türkiye’nin en işlevsel ilk kuluçka merkezlerinden biri olan projemiz kapsamında bugüne kadar binlerce istihdam sağlandı. Hâlâ faaliyette olan Adana İŞGEM, yüzlerce girişimciyi mezun ederek toplumumuza iş insanları, patronlar kazandırdı. Çevre benim üzerinde önemle durduğum bir başka alan. O yüzden kendi yatırımlarımda rol model olmaya özen gösterdim. Yıllar önce yatırımını yaptığımız otomotiv showroom’unu yağmur sularını biriktiren, çatısında GES bulunan Türkiye’de ilk ‘A Sınıfı Enerji Belgesi’ verilen bir bina oldu.

İş dünyasına önemli mesajlar verdiğiniz “Çapa Zamanı” adlı kitabınızın özellikle gençlere neler kazandıracağını düşünüyorsunuz?

Bizim gençlik yıllarımızın imkanları kısıtlıydı ama ümidimiz vardı. Bugün gençler ümitsiz. En önemli sorunlarımızdan biri bu. Hukuktan eğitime birçok alanda gençlerimize güzel bir iklim sağlayamadık maalesef. Üniversitelerimiz nitelik olarak yetersiz. Diploma değil adeta işsizlik sertifikası veriyorlar. Liyakat unutuldu. Kendi işini kurmak, patron, bilim insanı olmak isteyen gençlerimize yeterli destek yok. Gençlerimize umudu yeniden tesis edecek adımları atmak zorundayız. İmkansızlıklar içerisindeki genç başarılı olabilir ama kaygılı gençlerle başarı gelmediği gibi geriye gidiş başlar. Gençlerin umutlarını kaybetmeyeceği bir iklimi sağladığımızda ülke olarak çok başarılı olacağız. Hayatıma dair yazdıklarımın, gençlere az da olsa moral olmasını istedim. Yaşamımdaki bazı kesitler, onları düşündürür. Belki kamçılar belki de içinde bulundukları kaygılardan uzaklaşmalarını sağlar diye düşündüm.

Uzun yıllardır sivil topluma gönül verdiniz ve birçok görev üstlendiniz. Sivil toplumda görev almanın size ne gibi katkıları olduğunu düşünüyorsunuz?

Örgütlenmek kelimesinin bile ürkütücü görüldüğü hatta yasaklandığı dönemde işçiydim ve sendikalı oldum. İşveren olduğum dönemlerde de iş insanları derneklerinde örgütlü bir toplum olma yolunda mücadele ettim. Toplumsal dayanışmada güçlü olan ülkeler her zorluğun üstesinden gelir. Einstein, ‘Örgütlü bir güce ancak örgütlü başka bir güçle karşı konulabilir’ demiş. Demek ki bir ülke içinde her türlü mücadeleyi vermenin başlangıç noktası örgütlü olmaktır. Eğer Türkiye olarak geleceğe güvenle koşmak istiyorsak, örgütlü ve organize bir toplum yaratmalıyız. Gönüllülük esasına dayalı tarafsız ve bağımsız sivil toplum örgütlerinde çalışmak bana çok şey öğretti. Bana göre bu tür örgütlerde bulunmak çok büyük bir ayrıcalıktır. Gönüllülük esasına dayalı, bağımsız, tarafsız sivil toplum kuruluşlarında görev almak, hayal edemeyeceğim zenginlikler edinmemi sağlarken ve tecrübelerimi artırdı.

Gündem Koridoru
Yorum Yaz